Orhay Okay ile Dil Üzerine
Orhay Okay ile Dil Üzerine
Yağmur - Mehmet Kaplan "Sokrat 'Kendini bil diyordu. Comte 'Söylediğini bil'
diyor. Bunun da öteki kadar önemli bir iş olduğunu sanıyoruz" demekte
Kültür ve Dil isimli kitabında. Acaba size göre dilin önemi kendini bilmek
kadar önemli midir? Açıklar mısınız?
O. Okay- Eğer dili çok genel manada, yani kendimizi ifade etmek için
gerçekleştirdiğimiz bütün davranışlarımız ve yine aynı maksatla kullandığımız
bütün vasıtalar manasında düşünüyorsak evet, kendini bilmek söylediğini bilmek
kadar mühimdir, belki de aynıdır. Çünkü biz ancak kendimizi ifade ettiğimiz
zaman varız. 'Eğer'le başlayan bir cümle daha: Eğer "iptida kelam var
idi" doğru ise Sokrat'ın sözünün Comte'un şartına bağlı olduğunu da kabul
etmemiz gerekir: Kendini bilmek kendini ifade edebilmek demektir. Bilme
fiilinin belki dille ilgisi olmadığı ve sadece zihni bir faaliyet olduğu
söylenebilir. Yani düşünceyle ilgili olduğu. Fakat zaten düşünce de dile bağlı
değil midir? İnsan kelimelerle düşünür. Öyleyse yine iptida kelam var idi,
demektir.
Yağmur- Hal dili ile konuşma dili ve yine konuşma dili ile yazı dili arasındaki
farkı açıklar mısınız?
O. Okay- Bu sorunuz bana eski edebiyatımızda ve tasavvufta lisan-ı hal dedikleri
şeyi düşündürdü. O özel bir terimdir. Yahya Kemal'in
Ehl-i aşk
anlamaz efsus lisan-ı dilden
Zanneder
aşık-ı divane muamma söyler
beyti de yeni
bir çeşit hal dilini hatırlatıyor. Ama bunun dışında ilk soruyu
cevaplandırırken dilin çok genel manada tarifini benimsiyorsak, divan
edebiyatındaki ve tasavvuftaki hal dili kavramının dışında da bir hal dili
vardır. İnsan, dille konuşmadığı zaman da kendi içinde devamlı bir konuşma
halindedir. O insana dışarıdan bakan dikkatli bir göz o içten konuşmayı
işitmezse bile konuşmakta olduğunu anlar. Ama eğer ruhun beden hareketlerimize
yansımasının, tezahürünün ortak dilini biliyorsak o iç konuşmayı da anlarız
yahut sezeriz. İşte hal dili budur. Ama bence, insanın sadece davranış ve
hareketlerinde değil, başta sanat eserleri olmak üzere ortaya koyduğu,
değiştirdiği, bozduğu, yeniden yaptığı her şeyde bir hal dili var demektir.
Tabii o dili okumasını bilenler için.
Sorunuzun
ikinci kısmı öncekine göre daha müşahhas bir alanda. Konuşma dili ile yazı dili
farkı. Bu farkın bütün dillerde bulunduğunu ve zaruri olduğunu söylemekle
başlayayım. Konuşma dili, bununla şüphesiz gündelik konuşma dilini
kasdediyoruz, canlı, aktivitesi olan, sadece milli değil, bölgesel, ailevi
hatta ferdi karakteri ve özellikleri olan bir dildir. Yazı dili ise evvela
millidir, onun altındaki kategorilere doğru inerken ihtiyatlıdır. Yani kendi
içinde bir takım sapmaları olsa da disiplinli hatta özel manada söyleyeyim
muhafazakar bir dildir. Konuşma dilinin süratli değişmelerine, bozulmalarına,
yenileşmelerine biraz geç ayak uydurur. Bazı şeylerin kurallaşmasını bekler.
Buradaki yazı dilinden de çok genel manada ifade dili anlamını düşünüyorum.
Yoksa bir roman veya tiyatroya o çok canlı ve yeni olan dil de bir kahramanın
konuşmasıyla girebilir. Fakat bu örnekler zaten ve yine konuşma dili demektir.
Yazı dili ve konuşma dili farklılığını belki yine bu konu içindeki başka bir
dil hadisesiyle karşılaştırabiliriz: imla ve telaffuz. İmla yazı diline ait ve
olabildiği kadar muhafazakar ve kuralcı bir alandır. Telaffuz ise konuşma dili
ile ilgilidir. Her ne kadar ortak ve merkezi bir telaffuz kuralından bahsedilse
de yine de milli ve ferdi oluşlar arasında çok değişiklik, değişkenlik gösteren
başka bir alan.
Yağmur- Bilim ve teknikteki yeni yeni gelişmeler dilimize birçok yabancı terimin
girmesine sebep oluyor. Böylece ilim dilleri ile konuşma dili arasında oluşan
uçurumu doldurmak mümkün mü? Dilimize hücum eden bu yeni kelimelerin
taarruzundan ana dilimizi nasıl koruyabiliriz? Kelime türetmek bu hususta çözüm
yolu olabilir mi?
O. Okay- Bu, dilin, dilimizin en karmaşık, sıkıntılı ve çözümü zor
meselelerindendir. Hep dikkatimi çekmiştir. Geçen yüzyıl Osmanlısı bu meseleyi
kendine mahsus bir çeşit milliyetçi tavırla halletmiş görünüyor. Yani o,
Tanzimat'tan sonraki Batı dünyası ile yakınlıkların tabii sonucu olarak
karşısına çıkan yeni ilim alanlarına ait birçok terimi ve günlük hayatla,
kullanılan aletlerle ilgili bir yığın kelimeyi çoğu Arapça kelime ve kurallara
başvurarak, kelime uydurarak çözümlüyor. Bunun için çok ciddi çalışmaları ve
ortaya konmuş sözlükleri var. Hatta uygulamaları da. Zira o tarihten II.
Meşrutiyet'e, hatta cumhuriyet döneminin başlarına kadar ilmi ve teknik pek çok
terimin ders kitaplarında, ansiklopedilerde, ilmi, felsefi makalelerde bugün
olduğu kadar Batı dillerinden girmiş kelimelerin adeta bombardımanı gibi bir
hadiseyle karşılaşmıyoruz. Fakat bugünkü durum o dönemden daha farklı. Bilim ve
teknikteki değişmeler çok daha fazla. Büyük bir katlanma, geometrik bir diziyle
artma söz konusu. Hemen hep Batıdan gelen bu aletlere ve onların arkasındaki
kelime ve kavramlara Türkçenin imkanlarıyla direnmek çok zor görünüyor.
Kurallarına uygun olarak Türkçede bu kavramlara karşılık uydurulsa bile
tutunmaları için daha başka şartları olması gerekir. Telaffuz kolaylığı, dile
yatkınlığı gibi. Yahut, ne bileyim, bir veya iki heceden ibaret bir yabancı
kelimeyi siz iki üç kelimeyle karşılıyorsanız bunun tutunması zordur. Dilde de
tembellik denilen bir kural vardır. Dil bir taraftan olağanüstü zenginleşirken
bir taraftan da kısa ve yoğun anlatıma, hatta birtakım kelimelerin, hecelerin
düşmesine doğru gidiyor.
Ben bu konuda
fazla aşırıya gitmeden, şimdi Türk Dil Kurumu'nun yaptığı gibi, buna ilim
adamlarının ve sanatkarların da katılarak yeni ve yabancı kavramlara yeni
karşılıklar teklif etmelerini tabii buluyorum. Ama biraz da tabii akışına
bırakarak bazı Batı orijinli kelimelerin dile yerleşmesini yanlış bulmuyorum.
Asıl tehlikeli olanı bu terimlerden ziyade günlük konuşmanın, televizyon, basın
yani medya dilinin böyle ilmi teknik vs. zaruretler olmaksızın, hatta
Türkiye'de karşılıkları varken ve kullanılıyorken başka bir dilin kelimelerine
başvurması hadisesidir.
Yağmur- Dilin bir vasıta oluşu bugün hemen hemen herkes tarafından kabul edilen
bir husustur. Bu sebeple 'meramı anlatsın da eki kökü belli olmayan kelimelerle
olsun ne farkeder' görüşündeki insanlar haklı mıdır? Değilse sebebi nedir?
O. Okay- Dil bir vasıtadır ama, nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta
değil. Vasıta dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma
araçları için belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle
değil. Onu sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur
içinde yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en
geniş manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade
için kullanıyoruz. Burada meramı anlatsın da ne olursa olsun demek yetmiyor.
Kuralsızlığın bile bir kuralı olur. Bu kuralların hiçbir düşünce temeline
dayanmadan dışına çıkarsanız bir süre sonra meramınızı da anlatamadığınızı
anlarsınız. Dil aslında yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım bütün karmaşıklığına
rağmen istisnaları da olan, hatta bu istisnalarının da kuralları olan bir
mantık ürünüdür. Yani tamamıyla bir matematik tekevvünüdür, oluşumudur. Mantık
kelimesinin Arapçada nutuk'la, yani sözle ilgili oluşu dille mantık arasındaki
ilişkiyi gösteriyor. Bütün dillerde yeni kavramlara duyulan ihtiyaç, o dilin
kurallarına, dil mantığına, estetiğine göre yeni kelimeler üretilmesiyle
karşılanır. Yani uydurmadır ama uydurmanın da kuralları vardır. Önceki
sorulardan birine cevap verirken geçen asırda Osmanlı'nın kelime uydurmasından
bahsettim. İşte o kelimeler tam kurallı ve alışılmış bir sistemin içinde
üretildiği için yadırganmadan kullanıldı.
Yağmur- Mehmet Kaplan "Her milletin dili o milletin çağlar boyu yaşadığı
tarihin bir özetidir" diyor. Bu konuda öz Türkçe kelimelerden başka kelime
kullanmanın hatalı olduğunu söyleyenlerin yanıldıkları noktalar nelerdir?
O. Okay- Yalnız tarihin değil, o milletin kültür tarihinin, sanatının,
felsefesinin, her şeyinin özetidir. Ancak dili okumasını da bilmek gerekir.
Semantik ilmi bize bir kelimenin asırlar boyunca geçirdiği mana macerasının
ipuçlarını verir. Bir kelime hangi devirde ne manada kullanılmış, sonra nasıl
farklı manalar yüklenmiş, eski manaların bir kısım kaybolmuş, bir kısmı
yaşamaya devam etmiş, Tamamen yok olan, sonra bir bölgede yeniden hayat bulan
kelimeler var. Bütün bunlar milletin dönem dönem zevkini, inancını, değer
yargılarını hatta ahlak anlayışını gösterir. Ama dediğim gibi, okuyabiliyorsak.
Bu bakımdan aşırı özleşmecilik zararlı bir akımdır. Kelimelerle beraber bir
kültür kaybolur. Ama bir aşırılığa kaçmadan, aralarında ince mana farkları
yoksa bir kavramı karşılayan kelimelerden Türkçe olanı seçebiliriz. Fakat bir
dilde, başka dillerden geçmiş ve aynı kavramı yahut nesneyi karşılayan birden fazla
kelime varsa ve yaşayabiliyorsa bunlar arasında o ince mana farkları da, yani
nüanslar da var demektir. Özleşmecilerin yanıldıkları değil niyetleri başka
olduğu için bu aykırı yola girmişlerdir. Yani bir devirde kültür bağlarını
koparmak, başka bir kültüre bağlamak niyeti. Yoksa yapılan iş o kadar abestir
ki bir yanılmayla açıklamak yetmez.
Dil bir
vasıtadır ama nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta değil. Vasıta
dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma araçları için
belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle değil. Onu
sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur içinde
yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en geniş
manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade için
kullanıyoruz.
Ehl-i aşk anlamaz efsus lisan-ı dilden
YanıtlaSilZanneder aşık-ı divane muamma söyler